Süre: 97 Dak.
Dünyaya nam salmış Avrupalı
yönetmenlerin isimlerinin telaffuzları ne kadar zor ve isimlerinde ne kadar az
sesli harf varsa, bu yönetmenlerin çektikleri filmler de bir o kadar karmaşık
ve sanatsal açıdan yüklü oluyor. Andrzej Zulawski de kuşkusuz bu yönetmenlerden
biri.
Metaforik
bir bilim kurgu olan On The Silver Globe hariç, genelde tüm filmlerinde kadın –
erkek ilişkilerinin şiddetini, yıkıcılığını ve de naturasını gözler önüne serer
Andrzej Zulawski. Bunu yaparken kimi zaman sembolik bir anlatımı tercih eder;
kimi zamansa kullandığı imgeler, sürrealizmin kapılarına dayanır. Bazen
kullandığı korku öğeleri bile bu sınırlar içinde kalır ki bu, “benim” diyen
yönetmenin başarabileceği bir şey değildir. Zaman içinde kült mertebesine
erişen 1981 yapımı Possession da, yönetmenin tüm meziyetlerini konuşturduğu bu
tür filmlerinden biri.
Possession, bir süredir evli olan Anna ve Marc çiftinin
hayatlarındaki bir döneme odaklanıyor. Marc, açıklanmayan resmi bir görevi
bitirerek nihayet bir süredir uzak olduğu Batı Berlin’deki evine
dönüyor, ancak karısı Anna’nın kendisini terk etmekte olduğunu öğreniyor. Anna,
bir ilişkisi olduğunu, bir süredir Heinrich ile bir aşk
yaşamakta olduğunu itiraf ediyor. Bu sırada Anna, aşkının esiri olmuş bir
kadın portresi çiziyor; günlerce eve gelmiyor, oğlu Bob’u dahi
umursamıyor, kurulmuş bir saat gibi, en şiddetli kavgayı bile yarıda kesip
sevgilisine koşuyor. Ancak çok geçmeden Anna’nın sevgilisi Heinrich’i de terk
ettiği ortaya çıkıyor. Marc, karısının peşine bir dedektif takmak zorunda
kalıyor ve böylece gerçek, su yüzüne çıkıyor. Ve bir dizi karanlık, tuhaf,
histerik, saplantılı ve gerçekdışı (ya da sürreal – gerçeküstü) olay vuku
buluyor; Anna, Marc ve Heinrich’in hayatlarına dühul eyliyor.
Batı Berlin’in neredeyse boş sokaklarında, ayyaşların mekanı olmaya yüz
tutmuş metroda, metruk ve köhne binalarda, bir ülkeyi kalbinin orta yerinden
ikiye bölen Berlin Duvarı’nın gölgesinde; bir çiftin ve çiftin
hayatına dahil olan sevgilinin normallik sınırını terk edip giderek histerik ve
saplantılı değişimine tanıklık ediyoruz. Filmin kahramanlarının üçü de
korkuyor. Üstelik korkuları o kadar kuvvetli ki; bir saatten sonra karakterler
değil, korkuları savaşmaya başlıyor. Ama Possession, korkutucu olmaktan çok,
rahatsız edici bir film. Üçlü arasında şiddetin tırmanışının olağanlığı, hatta
kutsanışı, insanın karanlık yüzü, sokaklar, yalnızlıklar ve tüm o birbirine
benzeyen insanlar; bir odada yavaş yavaş ve bir kadının tutkusuyla beslenerek
canlanmakta olan bir canavardan çok daha korkunç aslında.
Adjani ile seviştikçe güçlenmekte ve
değişimini tamamlamakta olan yaratığın ne bir şeylerin metaforu olduğunu
söylemeye, ne de karakterlerin korkularıyla beslendiğini hatırlatmaya gerek
var. Hatta filmin bu boyuttaki çözümlemesi, her 3 karakter üzerinden de
yapılabilir ve muhtemelen hiçbiri de yanlış olmaz. Elektrikli bıçak (ki
gerçekten çok acayip bir alettir), kavga esnasında gözümüze sokulan kıyma
makinası, dağılmış yuva – dağınık ev metaforu, yuva (aile) – yeni bina ve
yaratık – terk edilmiş köhne bina denklemi, sarı – mavi karşılaştırması,
annesiyle yaşayan ultra-seksi sevgilinin onulmaz halleri gibi… Ama bu
incelemeler yapılırken Freudsal yaklaşımlardan uzak durulmalı. Çünkü filmde
vuku bulan hadiseleri Freud’un yaptığı gibi içinden çıkılır hale getirmek
neredeyse imkansız. Ya da film, sadece bir kadına musallat olan bir canavarın
giderek 3 karakteri de etkisi altına alması olarak da değerlendirilebilir.
Possession’dan
bahsederken söylenilmeden geçilmemesi gereken iki nokta daha var. Bunlardan
ilki filmin atmosferi ve de sinematografisi. İkisi de oldukça başarılı, Doğu
Avrupa sinemasının tüm yetkinliğine sahip. Kadrajlardaki minimalizm ve sürekli
hareket halindeki kamera, bölünmüş bir ülkenin olağan boğucu atmosferiyle
birleşince ortaya harika bir iş çıkmış. İkincisi ise oyuncuların, ama özellikle
de Adjani’nin performansları. çünkü performanslar gerçekçi ya da sadece “iyi”
olmaktan uzaklar. Olağan dışı ya da olağan üstü ya da belki de gerçek üstü
demek daha doğru olacaktır.; sinema tarihinde, metrodaki histeri krizi anı
kadar rahatsız edici çok az sahne vardır. Adjani bu filmdeki rolü ile 1981
Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü ve En İyi Kadın Oyuncu
César’ını kazanmıştır.
Bazı filmleri özel kılan etkenler vardır. Çekildiği mekan, şehir, dönem,
zaman dilimi, ele aldığı konu ve ele alış biçimi gibi. Bazen tüm bu öğeler
mükemmel bir kombinasyon oluştururlar ve o filmi kült eylerler. Possession
böyle bir film. Bu gün çekilse sadece ‘çöp’ olacakken, 81 yılının parçalanmış
zamanlarından kaldığı için özel bir film Possession.
Doğu Avrupa sinemasında hep bir özellik vardır.
Duvarda bir tüfek varsa, o tüfek bir yerde muhakkak patlar ve hiçbir nesne, bir
parça sigara külü bile tesadüfi değildir. Hiçbir davranış, sıradan gibi görünen
bir adım bile tesadüfi değildir. Yani aslında film, birleştirilmeyi ve
yerli yerine oturtulmayı bekleyen koca bir puzzle’dır. Possession, bu anlayışın
neredeyse nirvanaya ulaştığı filmlerden biri