Sinemanın Mitolojik Kahramanı Angelopoulos

Burhan

theo-angelopoulos-autograph


Theodoros Angelopoulos’u, sanki daha önce filozofların, şairlerin diyarı Antik Yunan’da doğmuş, o dönemin tozunu yutmuş, mitolojisiyle dans etmiş gibi tanımlamak doğru olabilir. Antik Yunan’ın hemen hemen tüm dokusunu sinemasına katabilen, izleyicilere görsel estetiğin tanımını özgün kadrajıyla sunmayı başarmış, çağdaş sinemanın en önemli temsilcilerinden biridir. Sinema tarihinde ‘’epik sinema’’ denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olan yönetmen, doğduğu coğrafyanın zengin kültürünü elde ettiği görüntüyle sinemanın mitolojisini, felsefesini yarattığını çektiği filmlerde görmemiz mümkündür.
1935’de Atina’da dünyaya gelen Angelopoulos, savaşların, yıkıntıların, acıların ve göçlerin yoğun yaşandığı diktatörlüklerin boy gösterdiği bir çocukluk geçirir. Üniversiteye hukuk okumak için giriş yapar fakat bitirmesine bir sene kalmışken Paris’e sinema okumaya gider. Paris ona, hem tutkusu olduğu sinemada hem de düşüncelerini özgürce ifade etmesinde kolaylıklar sağlar. Gün geçtikçe politikleşen ‘’başka bir dünya mümkün’’ sloganıyla dönemin ilerici, sistem ve savaş karşıtı öğrenci gruplarıyla katıldığı eylemlerde toplantılarda hayatının sonraki evrelerine de yansıyacağı sosyalist ideolojinin temellerini atar. Paris’te ki sinema eğitimini tamamladıktan sonra yurduna Atina’ya döner. Orada sinema yapmadan önce avukatlıkla beraber sol dergilerde sinema eleştirmenliği yaparak geçimini sağlamaya çalışır. 1968’te çektiği Broadcast (Yayın) isimli kısa filmden sonra 1970’te Anaparastasi (Tatbikat) filmi ile ilk uzun-metrajını çekerek sinema dünyasına merhaba der. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendisini toparlayamayan Avrupa halklarının, çaresizliğini, göçlerini, yalnızlıklarını yarattığı kahramanlarla geniş planlı sekans çekimlerle, sisli sahnelere, sessizliklere ve derinliklere doğru yol alan kamerasıyla kendi özgün tarzını kadrajıyla bütünleştirir hep. Filmlerinde çok sık gördüğümüz ‘’zaman farkını aynı mekânda işlemiş olması’’ önemli özellikleri arasındadır. Mesela eski çağda yaşamış bir şair ile film zamanında (günümüz) yaşayan kahramanın aynı mekanda oluşu bu özelliğe örnektir. Bu durumda eskiye, insanın özüne doğallığına özlem duyan Angelopoulos, eski insanla yeni insanı karşılaştırarak aradaki farkı izleyiciye bırakır. Yarattığı kahramanların hareketleriyle toplumsal olayları, tarihsel süreçle beraber şiirsel bir anlatımla, imgelerin elinden tutmayı başarabilen, zamanı tıpkı Tarkovski gibi yavaşlatabilen, uzun plan çekimlerle sabırları zorlayan Angelopoulos bir söyleşisinde şöyle der; “Aksiyonun orta yerinde kesme yapmayı reddederek, izleyiciyi, o görüntüyü iyice irdelemeye çağırıyorum. Plan akarken görüntü üzerine tekrar tekrar yoğunlaşmaya ve kadrajın içindeki elementlerin hissettirdiklerini duyumsamaya çağırıyorum.’’ Tema ve biçim olarak eserlerinin doruk noktası mekanı ve zamanı ustaca kullanması, filmlerinde aynı anda fiziksel ve ruhsal yolcuklarla insanın öz benliğini aramaya kalkışmasını dile getirmeye çalışmış olmasında yarattığı karakterlerin gözünden, yaşanılan olaylara an ve an tanık olmamızı sağlar. Sahnelerinde kesmeye karşı çıkan yönetmenin kurguyu pek sevmediği bilinir. Aslolan kurgunun, çekim aşamasında kameranın devingenliğinde olduğuna inanan Angelopoulos, masa başındaki kurgudan pek haz etmez. Çünkü ona göre her bakış kendi şiirsel görüntüsünü yaratır. Onun sinema anlayışını daha iyi anlamak için, bir kadının evinden çıkması, yolda yürümesi ve işine gelirken ki zamanları ele alalım. Tipik bir yönetmen bu zamanları çekerken evden çıkarken (keser) , yolda yürürken (keser) ve iş odasına girerken (keser) sonra bunların hepsi kurguda birleştirilir. Fakat Angelopoulos aynı sahneyi çekerken kadını evden işe kadar takip eder, kamerası bazen kadının gözlerinden dış dünyaya bakar, bazen bağımsız hareket etmeye devam eder ve genelde geniş çekim planları kullanır. Bergman sinemasının yakın planlarına karşın, uzak planlarla şiirsel görüntüyü elde etmeye çalışır. Filmlerini genelde sisli, yağmurlu, çamurlu kapalı havalarda çekmeyi yeğleyen yönetmen savaşın insanlar üzerindeki olumsuz etkiyi, acılarını kasvetli bir atmosferde gerçek kılmaya çalışır. Onun setinde çalışan biri; ‘’ Sanırım güneşi sevmeyen iki kişi var, biri Dracula öteki ise Angelopoulos’’ demeci tebessüm etmemize ve yönetmeni daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.
Sineması iki döneme ayrılan Angelopoulos, ilk dönem filmlerinde yoğun olarak hissettirdiği Marx ve Brecht’in etkisinde olduğu görülür. The Travelling Players (Kumpanya, 1975) filmi onun ilk dönem filmlerinin başını çeker. 1939-1952 yıllarında Yunanistan’da yaşanan iç savaşı anlatır. Bastırılmış Yunan tarihinin iç hesaplaşmasını teraziye koyar. Baskıcı rejimi, ölümleri, karanlığı eleştirir. Dört saate yakın olan bu film sinema tarihinin en özgün ve en karmaşık filmlerinden biri olarak tanımlanır. Filmde dönemin Faşist İtalya’sına karşı savaş ve Alman Nazi işgali bir Marksist’in gözünden anlatılmaya çalışılır. Böylece savaşın getirdiği zorluklar tüm dünyaya bir kez daha gösterir. Angelopoulos bu filmi hakkında şöyle der; ‘’Yunan halkı ölü taşları okşayarak büyümüştü. Mitolojiyi yükseklerden alıp, halkın ayağına getirmeye çalıştım.’’
angelopoulos-theo-001-00o-asq-portrait


Angelopoulos’un ikinci dönem filmlerinde siyasi argümanları geri planda görürüz. Genelde entelektüel karakterlerin yolcuğunu ve yolculuk esnasında insanların çaresizliğini, göçlerini ve yalnızlıklarını karakteriyle bütünleştirerek puslu atmosferle, kasvet içinde izleyiciye sunar. Voyage to Cythera (Kitara’ya Yolculuk, 1984) filmiyle bu dönemine başlangıç yapar. Bu filmde de mitolojik bir tutum vardır. Odysseus mitini kullandığı gözlerden kaçmaz. Filmde babasını arayan ve onunla ilgili film çekmek isteyen bir yönetmenin hikayesi anlatılır. Beraberinde; The Bee Keeper (Arıcı, 1986), Landscape in the Mist (Puslu Manzaralar, 1988), The Suspended Step of the Stork (Leyleğin Geciken Adımı, 1991), Ulysses’ Gaze (Ulis’in Bakışı, 1995), Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir Gün, 1998), The Weeping Meadow (Ağlayan Çayır, 2004), The Dust of Time ( Zamanın Tozu, 2008) filmlerini sinema dünyasına bırakır. Angelopoulos sinemanın bir başka özelliği de filmlerinin asla bir sonu olmamasıdır. Filmleri zincirlemedir. Yönetmenin sahneye koymaktan sıkılmadığı, siyah kalabalıklar, düğünler, dans eden, koşan gelinler. Yağmurlu çamurlu sokaklar. Yol üstü kahvehaneler, asılmış çamaşırlar. Gemiler, denizler ve şiirsel sinemasının vazgeçilmez unsuru haline gelen Eleni Karaindrou müziklerinin eşsiz güzelliği Angelopoulos filmlerinin ahengine duru bir su birikintisinde su içen bir kuş naifliği katıyor.
‘’Başlangıçta her yer karanlıktı, sonra bir ışık göründü Puslu Manzaralar’dan…’’
Angelopoulos yönetmenliğinin yanında ezilen halkların yanında, duyarlı bir insandı. ABD’nin 2003’deki Irak işgalinden sonra tüm insanları Amerikan sinemasını boykot etmeye çağırmıştır. Bir söyleşisinde laf arasında gülümseyerek ‘’benim ölümüm film çekerken olacak’’ diyen Angelopoulos, 24 Ocak 2012 günü akşam saatlerinde The Other Sea (Öteki Deniz) filminin çekim aşamasında otoyoldan geçen bir motosikletin çarpması sonucunda yaşamını yitirmiştir. Böylesine tahlisiz bir son olacağı kimin aklına gelirdi ki?
‘’Kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine.’’ (Ulis’in Bakışı)